Uçma Sanatı, Ölüm Terbiyesi, Orijinal İngilizceyi Kim Konuşuyor, Close Enough
Şahane Okur,
Günaydın. Bu hafta zarfta bir çizgi roman, bir kurgu dışı okuma, biraz malumatfuruşluk ve bir dizi var.
#Derinlik
- Kendimizi bilgisayarlara benzetmekten vazgeçip duygusal biyolojik varlıklar olduğumuzu kabul etsek (1601 Kelime, İng)
- İyi çeviri, kötü çeviri, nerede bunun kriteri (2325 Kelime)
- Berlin’in arka sokaklarında akşam pazarı ve plastik üzerine düşünmek (786 Kelime)
- Melankolinin tarihçesi, Sadness Will Last Forever mı sorusunun cevabı (5 Dakika)
#Esin
- İçimizde dallanıp budaklanan sevimli çizgileriyle Emilia Dziubak
#GüneBaşlamaŞarkısı
- Kırlara güneş düştüğüne göre, Gevende’yi dönelim: Sessiz Gibi Bir Yer
Yazan: Nureddin Türk, Çizen: Tubeklon
Düşmenin ve Uçmanın Sanatı
Küçükken yüksek yerlerden zıpladığım, neredeyse kanatlandığım rüyalar görürdüm. İnişe geçmeden de uyanırdım. Annem “Hiç düşmüyor, hiç boğulmuyorsun değil mi? Çocukluk geçince rüyalarda da düşmeye başlayacaksın,” demişti. Haklı çıktı. Çok uzun zamandır uçmakla düşmek bir, hem hayal dünyasında, hem gerçek yaşamda.
Antonio Altarriba’nın babası 4 Mayıs 2001’de, kaldığı huzur evinin dördüncü katındaki pencereden atlayarak intihar ediyor. Tam doksan yaşında, yaşamı 20. yüzyıla neredeyse denk düşüyor. Dört kat boyunca düşerken (uçarken) tanıklık ettiği asra, öznel penceresinden bakıyoruz. Her kat hayatının belli bir dönemini kapsıyor, çocukluktan yaşlılığa. Çizgi romanın sayfaları arasına iki dünya savaşı sığıyor, kutsal kavgaların arasında birey olma mücadelesi, yoksulluk, zenginlik, aşklar, ihanetler. Her bir ayrıntısı ince ince düşünülmüş çizgilerin üzerinde sınırlı bir alanı kaplayan sözcükler, ciddi bir muhasebe imkânı sunuyor. Bir hayatın kendi kendini ve içine doğup büyüdüğü dünyayı hesaba çekmesi:
“Sözüne ettiğim şey ihanet değil, ideolojik intihar… Bugün ayakta kalmak için, geçmişin icabına bakmak… Yaşamaya devam etmek için ölmek…” (210 Sayfa)
Yaşamın ve Ölümün Terbiyesi
“A-céphalos, başsız gövde; başsızlık, başından olmuşluk, alıp başını gitmişlik, başarısızlık, Yunanca.”
Zeynep Sayın, Bataille tarafından 1936’da kurulan, faşizme karşı direnişin simgesi olarak kesik baş mitosunun kurgulandığı, Walter Benjamin ve Jacques Lacan gibi isimlerin de dahil olduğu dergiden söz etmeye, derginin adının etimolojik anlamını vererek başlıyor. Sekiz sayfadan oluşan Acéphale’in ilk sayısındaki kapak resmi André Masson’a ait. Başsız ve kasıklarında bir kafatası bulunan gövde, nasyonel-sosyalizmin resmi heykeltıraşı olan Arno Breker’in Parti isimli eserine, nasyonel-sosyalist partinin başkanlığına ve bu başkanlığın başarı simgesine gönderme yapıyor.
“… Korkudan, korktuğuna egemen olmak isteyen bir başkanlık, bir temellendirme, bir zemin, bir köken, iktidar, erk, arche mitosu oluşturmak yerine tam da ürktüğü için ürktüğüne öykünen, kendini aradan çekmeye, ölmeden önce ölmeye, ürktüğüne benzemeye, onun mekânına dönüşmeye çalışan bir baş-sızlık, bir temel-sizlik, bir zemin-sizlik, bir iktidar-sızlık, bir erk-sizlik, bir an-arche mitosunu canlandırmayı ve onun sayesinde aydınlanmayı arzuluyor Bataille.”
Sayın, Batı modernizminin bu reddetme biçimini, isimlerinin kökeni Sanskritçede “töre bozan” anlamına gelen, hukuki kuralları tanımayan, çocuk sahibi olmayı reddeden, paranın yalnızca dilenerek kazanılacak kadar pis olduğunu düşünen ve kendilerini henüz ölmeden ölüler arasında sayan Kalenderîler’in başsızlığıyla, baştanımazlığıyla yan yana koyuyor. Kitap boyunca tüm egemenlik biçimlerine sırt çevirmiş toplulukların/toplumların yaşam ve direniş biçimleri, Babaî Ayaklanması, 68 Hareketi ve Gezi Direnişi gibi kimliksiz bir çatışma ortaya koyularak ses getiren örnekler iktidar-şiddet-ölüm ilişkisi açısından irdeleniyor. Sık sık sözlük ve yan sekme açmak, kitaplığa koşmak, bir paragrafı iki kez okumak zorunda kalarak biraz hırpalanan okurun ödülüyse felsefî kavramların edebî bir dille, kurgulanarak anlatılabileceğini görmek.
“Memleketimde sadece yaşam değil, ölüm de siyasallaşmıştır,” derken birer hafıza mekânı olan mezar-lık-ların yok edilerek ne elde edildiğini, mezarsızlıkla cezalandırılmanın ne anlama geldiğini, ceset aşağılamanın belleği nasıl imha edebileceğini cesaretle anlatarak buranın ve bugünün kavgasını veren yazar, niyetlendiği gibi ölüm terbiyesini hatırlatmayı başarıyor.
Yeni yıla girerken birden fazla okuma listesi hazırlamıştım. Ölüm Terbiyesi, yalnızca ölüm hakkında/için yazılmış kitaplardan oluşan ve Eşitsizlerin Büyük Eşitliği Üzerine adını verdiğim listenin ikinci kitabıydı. Okurken duyduğum heyecanı burada paylaşmak istedim. (168 Sayfa)
~Kirpilerden Aybüke
Orijinal İngilizceyi Kim Konuşuyor, İngilizler mi?
Hayır. Bir kere dil yaşayan bir canlı, konuşanlarla birlikte sürekli bir değişim, dönüşüm içinde. Ancak hepimizin hayran kaldığı Benedict Cumberbatch’in aksanı, Shakespeare dönemindeki İngilizceye en yakın kullanım değil. Kuzey Amerikaların aksanı daha çok örtüşüyor.
Amerikan İngilizcesiyle, Britanyalıların İngilizcesi arasındaki en temel farklardan biri “r” harfinin telaffuzunda beliriyor. Amerikalılar r’leri söyleyebilirken, İngilizler telaffuz etmiyor. En basit örnek, “hard” kelimesi Adalıların dilinde “hahd” gibi bir şeye dönüşüyor. R’lerin söylenmediği aksanlar “non-rhotic” olarak gruplandırılıyor. Ancak Shakespear’den önce ve sonra, 16. yüzyıla kadar İngiltere’de de “rhotic” İngilizce konuşulduğu bilinen bir gerçek.
Temel değişim, sanayileşmeyle birlikte yükselen yeni sınıfın “non-rhotic” bir kullanıma başlaması, bu konuşma biçiminin üst sınıf aidiyetinin simgesine dönüşmesi ve zamanla her sınıftan İngiliz arasında yaygın bir kullanım olmasıyla gerçekleşiyor. Adada bunlar olurken, okyanusun diğer yakasındaki göçmenler hâlâ eski İngilizceyi konuşmayı sürdürüyordu. Yaşadıkları coğrafyanın doğal sınırlarla çevrili olması da konuştukları dilin -nispeten- daha az etkileşimde olmasına ve daha az değişiklik göstermesine sebep olmuştu.
Özetle geçen hafta Kraliçe’nin kalbine indirecek, Buckingham Palace’ı karıştıracak açıklamalar yapan, Kaliforniya doğumlu Meghan Markle’ın aksanı, II. Elizabeth’in kullanımıyla karşılaştırıldığında, özbeöz İngilizcedir diyebiliriz. Kirpi söylemiyor, biz BBC’nin yalancısıyız.
Hiçbir Şeye Yetememek/Yetişememek: Close Enough
Hem çizgileri, hem giriş müzikleriyle farklı güldürü animasyonlarını anımsatan Close Enough, içerik anlamında kendine has bir tarz ve ses yakalayabilmiş. Dizinin ismini de günümüzün o yetişememe ve yetememe hâline bir gönderme olarak algılıyorum. İzlerken gülüyoruz, eğleniyoruz ama bazı şeyler içimize oturuyor, iz bırakıyor.
Karakterlerimiz işsizliğin yükseldiği, konutların giderek pahalılaştığı, hayatımızın ekranlara hapsolduğu bugünlerde bocalıyor. Emily ve Josh okula yeni başlamış çocuklarıyla genç bir aile, boşanmış ama birlikte yaşamaya devam eden başka bir çiftle (Bridgette ve Alex) aynı evi paylaşıyorlar. Maksat daha güzel bir yer için para biriktirebilmek. İkili, çocuğun okuluna koşturmak, ek işler yaparak para kazanabilmek, aynı zamanda eğlenmek ve genç kalmak için çabalıyorlar. Netflix on dakikalık bölümleri birleştirerek, yirmi dakikalık bölümler halinde sunuyor. İkinci sezon henüz eklenmemiş. (1. Sezon)