Şahane Okur,
Günaydın. Uzun bir aranın ardından yine posta kutularında gezinmeye başlıyoruz. Soranlara selam olsun, sizleri özledik. Bu hafta zarfta bir roman, bir heykeltıraş, bir dizi ve seksenlerin hit parçaları yer alıyor.
#Derinlik
- Giysileri onarırken kendimizi onarmak hakkında (970 Kelime)
- Yürüme biçimlerimiz üzerine düşünen bir çizer (5 Dakika)
- Aşktan ilham alarak yazan ya da aşkın acılarından kaçarak yazdıklarına sığınan bir Kafka portresi (567 Kelime)
- Ece Dizdar’ın kaleminden televizyonlara yansıyan işlevsiz aile örnekleri (573 Kelime)
#Esin
- Geleceğin arkeolojik bulgularına dair tahmin yürüten bir fotoğraf serisi, elliden fazla ülkeden karantina günlerini geçirdiğimiz objeler
- Ekolojik kıyameti durdurmak için küçük büyük demeden harekete geçen çevreci kahramanlara gelsin (7 Dakika)
#GüneBaşlamaŞarkısı
- Jehan Barbur’un yeni teklisi, başımıza gelenleri kabullenip omuz silkebilmek için: Olanlar Oldu ~Kirpilerden Aydeniz Avcı
Yazan: Nureddin Türk, Çizen: Tubeklon
Arkadaşlarla Sohbet Edemeyişler
Herkesin hayatından birilerinin eksildiği, yalnızların daha yalnızlaştığı bir dönemden geçiyoruz. Pandemiyle beraber sadece yüz yüze görüşmek değil, iletişim kurmanın diğer yolları da zorlaştı. Online siparişlerin önü arkası gelmezken nesneler anlamını yitiriyor, kısa süreli tatminler bile paket açılıncaya kadar. Anlamını yitiren sadece eşyamız değil, dört duvar arasında birbirimizi anlamak da zorlaşıyor.
Sally Rooney pandeminin şanslı yazarlarından, Normal People‘ın dizi uyarlamasının bu kadar ilgi görmesinin sebeplerinden biri de sonu gelmeyecek gibi görünen kapanmalar. Herkes tükenmişlikle boğuşup vakit öldürürken, genç yazarımız üçüncü romanı için çalışıyor. Önceki iki kitabın ve bir kısa öykünün vaat ettiklerine bakılırsa, heybesi dolu, anlatacak çok şeyi var. Günümüz ilişkilerine getirdiği bakış her eserinde daha da derinleşiyor, aktarımıysa sade. Yargılamadan her şeyi olduğu gibi anlatıyor. Her sorunun cevabı yok. Siyahla beyazın arasında tonlarca renk var ve iki artı iki hiçbir zaman dört etmiyor.
“Snapchat kuşağının Salinger”ı olarak anılan yazarın ilk romanı, Arkadaşlarla Sohbetler’inironisi adıyla başlıyor. Karakterlerin birbirleriyle kurduğu ilişkiler diyalog değil, ancak monolog götürür cinsten. Birbirine çok yakın arkadaşlıkların, aşkların içinde bile karakterler yalnız, diğerinden habersiz. Kimse içini bir diğerine tam anlamıyla dökemiyor. Bunu fark ettikten sonra kendi yaşamlarımıza bakmaktan kaçamıyoruz. Gerçekten sohbet edebildiğimiz kaç kişi var hayatımızda? Daha doğrusu, kaç kişi kaldı?
“Şeyler ve insanlar etrafımda hareket ediyor, anlaşılmaz hiyerarşilerde konumlanıyor, tanımadığım ve asla tanımayacağım sistemlerde rol alıyorlardı. Karmaşık bir nesneler ve kavramlar ağı… Bir şeyleri anlamadan önce onları yaşamanız gerekiyor. Her zaman analitik konumu üstlenemezsiniz.” (272 Sayfa)
Kitabın dizi uyarlamasının kadrosu da belirlendi.
Unutturulan Bir Heykeltıraş: Mari Gerekmezyan
Türkiye’nin ilk kadın heykeltıraşlarından olmasına rağmen, bir yasak aşk hikâyesinin gölgesinde bırakılmış bir değer, Mari Gerekmezyan. Soyadında bile acı bir kabulleniş var sanki. Yaptığı eserler ödül aldığında dahi kendi adı anılmaz, yalnızca heykellerin adına yer verilirmiş. Ermeni olmasından mı, kadın olmasından mı, evli Bedri Rahmi’yle aşk yaşamasından mı? Toplum onu dışlamak, unutturmak ve kendi nezdinde bile hiçleştirmek için her türlü bahaneye sahipmiş. Mari’nin son haykırışı niteliğindeki son yazısında dile getirdiği bir hiçlik:
“Katlanamıyorum artık: Bir şey olmanın büyük gücünü içinde hissetmek ve bir şey olmamanın bilincine de sahip olmak dayanılmaz. Hiç olmanın fikri sana acı versin ve sen hisset hiç olduğunu, hiç!” (344 Kelime)
“Karadutum, çatal kara, çingenem” dizelerinin kendisi için yazıldığı düşünülüyor. Mari hakkında pek az şey biliniyor, aktarımlar sınırlı. Toplum gibi bireylerin de hafızasından silinmiş sanki. 2012’de Karin Karakaşlı’nın bir öyküsünden sonra hatırlanmış, şimdilerde hayatıyla ilgili bölük pörçük izlerin peşinden giden Vildan Tekin ve Müjgan Tekin tarafından yaşamı romanlaştırılmış. İkili, verdikleri söyleşide güçlü bir sanatçı kimliğinden söz ediyor, aşk ve vuslatla gelen bir üretkenlikten. Bedri Rahmi’nin de daha çok şiir yazdığı, resmettiği zamanlar. Gerekmezyan’ı daha çok tanıyabilmek dileğiyle.
80’lerin Hit Şarkılarının Yatıştırıcı Etkisi Var
Müzik arşivlerimizde her duruma göre bir şarkı var: Sakinleşmek istediğimizde, eğlenmek istediğimizde ya da dertleşmek istediğimizde dinlediklerimiz. Liste uzar gider. İçinde bulunduğumuz ruh haline göre elimiz her seferinde başka şarkılara, başka çalma listelerine gidiyor. Ruh haline göre şarkı seçmek tamam, peki şarkılar ruh halimizi değiştirebilir mi?
Müzik türü ve stres ilişkisi üzerine yapılan araştırmaya göre 80’lerin hit şarkılarının yatıştırıcı etkisi varmış. Araştırmaya katılanlara 60’ların oldies şarkıları, 70’lerin rock şarkıları, 80’lerin hit şarkıları ve 90’ların R&B’sinin de dahil olduğu çeşitli listeler dinletiliyor.
80’ler hitlerini dinlerken denek grubun yüzde 96’sının kan basıncı, yüzde 36’sının kalp atış hızı düşmüş. Anlaşılan 80’lerin yatıştırıcı bir etkisi var. Tekno müzik dinletilen katılımcıların yüzde 78’inin kan basıncı yükselmiş. Şaşıracaksınız ama rock müzik de sakinleştirenlerden.
Yatıştırıcı 80’ler şarkıları şu şekilde sıralanıyor: Joy Division-Love Will Tear Us Apart, Blondie-Call Me, Wham!–Freedom.
Peki seksenlerde çıkan şarkıların sakinleştirici etkisini neye borçluyuz? Nostaljik olmalarına ve pozitif duygular uyandırmalarına. Belli ki vatkalı kıyafetleri, kabarık saçları, rengarenk makyajları özlemişiz. Bu aralar nefes almaya, rahatlamaya ihtiyacınız varsa açın bir 80’ler çalma listesi ve keyfinize bakın.
~Kirpilerden Öykü Göğer
Özgür ve “Tuhaf” Kadınların Hikâyesi: Gilmore Girls
Tüm klişeler yerli yerinde, hikâye de bilinmedik değil. Ufak bir Amerikan kasabasında yaşayan anne-kızın gündelik sorunları ve beraber büyüme öyküleri. On altı yaşında hamile kaldığında ailesinin evinden kaçan Lorelai kızını tek başına büyütür, bir yandan hizmetli olarak sığındığı otelin işletmecisi olacak kadar başarılı bir iş insanına dönüşür. Rory’nin tüm dünyası kitaplar, hayaliyse bir savaş muhabiri olmak.
Hikâyenin tuhaflaştığı, sık sık eğlenceli hale geldiği ve izleyiciyi ekrana yapıştırdığı yer, aralarında on altı yaş olduğu için kardeş gibi görünen Lorelai ve Rory’nin ilişki biçimleri. Sıkı mizah anlayışları her meseleyi bir oyuna çeviriyor sanki. İşin enteresanı, hayatı da oldukça ciddiye alıyorlar. İki arkadaş gibi çok iyi anlaşmaları, yer yer Lorelai’ın anne kartını kullanmasıyla dengeli bir yerde duruyor. Neyse ki karşısında yaka silktiren, illallah ettiğimiz tipik bir Amerikalı ergen yok. Müzik ve film zevkleri, kahve tutkuları ve yeme alışkanlıkları, göz renkleri gibi aynı. Bu ortaklık, dizinin izleyicisine seyirlik bir zevk sunuyor çünkü her sohbetleri, kısacık bile olsa, pop kültür referanslarıyla dolu. Çok hızlı konuşuyor, hızlı düşünüyor ve sürekli paslaşıyorlar. Öyle ki aynı uzunluktaki diğer dizilerin bir bölümlük senaryosu 40-50 sayfayken Gilmore Girls’te bu sayı 80 civarında. Bu iki zeki kadın her bölümde çılgınlar gibi konuşadursun, size film ve kitap listelerinizi genişletmek, playlistinize yeni müzikler eklemek, sevdiğiniz yazarlara, oyunculara, müzisyenlere ve hikâyelere referans verildiğinde tatlı tatlı gülümsemek düşüyor.
Gilmore kızlarının hikâyesini klişeden alıp tuhaf bir yere götüren sadece garip gündelik alışkanlıkları ve hızlı konuşmaları değil. Yaşadıkları kasabadaki diğer karakterler, kasabanın ilginç adetleri, haftalık toplantıları, sonu gelmeyen festivalleri. Tüm bunların içerisinde bir kadının başka bir kadını büyütürken aslında beraber olgunlaşmalarını, her bölümde hayallerine doğru adımlar atmalarını ve dünyalarından kendimizle özdeşleştireceğimiz hikâyeler çıkarmalarını izliyoruz. Böylesi bir gündelik hikâyeyi sezonlarca sürdürmek ve bugün hala izlenebilir kılmak da yaratıcısı Amy Sherman-Palladino’nun tuhaf bir becerisi olsun.
(7 Sezon, 154 Bölüm)
~Kirpilerden Seren Erciyas